Her yıl ünlü bir yönetmenin kaleme aldığı uluslararası tiyatro bildirisini bu yıl yönetmen, eğitmen,
yazar ve Attis tiyatrosunun kurucusu ve genel sanat yönetmeni, tiyatro olimpiyatlarının esin kaynağı
ve uluslararası Tiyatro olimpiyatları komitesi başkanı kaleme aldı.
İşgal ve istilanın tavan yaptığı bu içinde bulunduğumuz dönem ülke tiyatromuzu derinden yaralarken,
bir taraftan da daha banal eğilimler içine girmiştir. Nerdeyse olmayan kitlesine ulaşmaya çalışan
tiyatromuz kendini var edebilmenin belirsizliğiyle uğraşmaktadır hala… evet kitlesini kaybetmiştir
kıbrıs türk tiyatrosu… ve şimdilerde 12 elül darbesinin eseri olan bireyi seyirci yapmaya çalışıyor ama
bu boşa harcanan bir çaba.
Büyük bir başarıyla cehaleti kurumsallaştıran AKP yönetimindeki, TÜRKİYE’Yİ karanlığa sürüklerken,
kuyruğunda bir maşappa gibi bağlı olan kuzey KIBRIS’I daha da vahim günler bekliyor.
Kötü günler bitmiştir… ama çok daha kötü günler beklemektedir hepimizi.
Tiyatro, yoksullaştırılmış, sanal gerçeklik hücrelerine hapsedilmiş, boğucu özel yaşamlarına gömülmüş
yurttaşlarla dolu bir dünyada…
27 MART 2025 DÜNYA TİYATRO GÜNÜ ULUSLARARASI BİLDİRİSİ
Theodoros Terzopoulos
Yönetmen, eğitmen, yazar, Attis Tiyatrosu’nun kurucusu ve genel sanat yönetmeni, Tiyatro
Olimpiyatları’nın esin kaynağı ve Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları Komitesi’nin başkanı.
Tiyatro, yoksullaştırılmış, sanal gerçeklik hücrelerine hapsedilmiş, boğucu özel yaşamlarına gömülmüş
yurttaşlarla dolu bir dünyada, çağımızdan yükselen imdat çağrısını duyabilir mi? Gölgesini yaşamın
her alanına yayan totaliter bir baskı ve kontrol sistemi tarafından ezilen varoluşların robotlaştırıldığı
bir dünyadan yükselen çağrıyı duyabilir mi?
Tiyatro ekolojik yıkımı, küresel ısınmayı, inanılmaz biyolojik çeşitlilik kaybını, okyanuslardaki
kirlenmeyi, buzulların erimesini, orman yangınlarındaki ve aşırı meteorolojik hadiselerdeki artışı
umursuyor mu? Tiyatro ekosistemin etkin bir parçası olabilir mi? Tiyatro yıllardır insanın gezegen
üzerindeki etkisini izliyor ama bu sorunla uğraşmakta zorlanıyor.
Tiyatro, insanlık durumunun 21. yüzyılda içine sokulduğu, yurttaşların politik ve ekonomik çıkarlar,
medya ağları ve kanaat oluşturucu firmalar tarafından manipüle edildiği halden kaygı duyuyor mu?
Sosyal medyanın bir yandan sözün akışını kolaylaştırırken, diğer yandan biz ve Öteki arasına o gerekli
görülen mesafeyi sokan muazzam bir mazeret haline getirildiği dünyadan kaygı duyuyor mu?
Öteki’nden, farklı olandan, Yabancı’dan duyulan sessiz ama derin bir korku giderek düşüncelerimizi
işgal ediyor, eylemlerimize yön veriyor.
Tiyatro, bu kanayan travmayı göz ardı ederek, farklılıkların bir arada varoluşuna yönelik bir atölye
işlevi görebilir mi?
Bu kanayan travma bizi Mit’i yeniden inşa etmeye çağırıyor. Ve Heiner Müller’in sözleriyle söyleyecek
olursak: “Mit bir katışmaçtır (agrega), her zaman farklı, yeni makinelerin bağlanabileceği bir
makinedir. Giderek artan hız kültürel alanı paramparça edinceye kadar enerjiyi taşır.” Bu taşınan
enerjiyle barbarlık alanının da paramparça edildiğini eklemek isterim. Tiyatronun spotları yanıltıcı bir
şekilde kendisine, tiyatroya odaklanmayı bırakıp sosyal travmayı aydınlatabilirler mi?
Kesin yanıtları olmayan sorular bunlar çünkü tiyatro varlığını ve devamlılığını yanıtsız sorulara
borçludur.
Doğduğu yerden, antik tiyatronun orkestrasından çıkıp bugün, bu Dünya Tiyatro Günü’nde savaş
manzaraları içinden geçerek sessiz bir mülteci gibi yolculuğunu sürdüren Dionysos’un ortaya attığı
sorular bunlar.
Dionysos’un, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir arada dokuyan, Zeus ve Semele’nin iki kez doğmuş
evladı, değişken kimlikler taşıyan, eril ve dişil, öfkeli ve iyi niyetli, ilahi ve hayvani olabilen, çılgınlık ve
sağduyu, düzen ve kaos arasında gidip gelen, yaşamla ölümü ayıran sınırda cambazlık yapan,
tiyatronun ve Mit’in esrik tanrısının gözlerinin içine bakalım. Dionysos temel bir ontolojik soru
soruyor: “Bütün bunların anlamı nedir?” Bu soru yaratıcı sanatçıyı hiç durmadan derinleşen bir
arayışa, mitin köklerini ve insan gizeminin çeşitli yönlerini aramaya yöneltir.
Günümüzün çok biçimli “Karanlık Çağlar”ından çıkabilmek için, hem belleği geliştirecek hem de yeni
bir ahlaki ve siyasi sorumluluk şekillendirecek yeni anlatım yollarına ihtiyacımız var.