DOLAR 32,3461 -0.04%
EURO 34,8227 0.07%
GBP 40,6151 0.05%
ALTIN 2.375,86-0,86
BITCOIN 19986294,79%

Uygulanması kimsenin işine gelmez

ABONE OL
5 Kasım 2017 11:46
0

BEĞENDİM

ABONE OL
https://yenibakisgazetesi.com/wp-content/uploads/2023/03/alt.jpeg
https://yenibakisgazetesi.com/wp-content/uploads/2024/03/300-x-250-1.jpg

Dr. Çiğdem DÜRÜST

Türk Ajansı Kıbrıs eski Müdürü ve Basın-Sen eski Genel Sekreteri Hüseyin Yalyalı ile samimi bir röportaj:

Ç.D.: Nasılsın Hüseyin?

H.Y.:İyiyim teşekkür ederim.

Ç.D.: TAK’taki çalışmalardan sonra bir süredir bağımsızsın.

H.Y.: Evet. Öyle oldu.

Ç.D.: Nasıl gidiyor bağımsızlık?

H.Y.: İyi gidiyor… İyi gidiyor. Yani bağımsızlık da iyi bir şeydir. Ve hatta daha da iyi bir şeydir. Medyaya o zaman da farklı bir bakış açım vardı, bu zamanda farklı bir bakış açım var. Bunun için aslında o farklı bakışı yansıtacak yasal düzenlemeleri TAK’ın içine de koymaya çalıştık ama tabi hep benim anayasa hukuku hocamın söylediği bir söz vardı. En iyi yasayı da getirseniz kötü yönetici önünde kesinlikle bu kötüdür. Kötü uygulanır. Ama en kötüye getirirsasanız iyi yönetici elinde iyi olur gibi bir yaklaşım vardı. Bunuda yaşayarak görüyoruz aslında. Adam tabii bizden çok önde olduğu için eğitim ve yaşam deneyimi açısından bunu bize öyle söyleyebiliyordu.

Ç.D.: Şu an getirilmiş olan Basın-İş Yasası, nasıl bir yönetimin elinde?

H.Y.: Basın yasası mı, TAK’daki uygulamalar mı? Yani onu ayırt edelim!

Ç.D.: İkisini örtüştürerek değerlendirirsen?

H.Y.: Basın-İş Yasası dediğimiz şey, aslında bu memlekette uygulanma ve denetim yapılsa; eee… toplumu ve haberciliği, ana akım medyadaki belli farklı kullanım amaçlarına sınırlandırabilme açısından önemli bir adımdı. Ama maalesef, bu yasanın, tam anlamıyla uygulanabilmesi veya uygulanmasını da başta yöneticiler olmak üzere kimse istemez. Medyadaki sahiplik yapısı ise bunun aslında hiç uygulanmamasını istiyor. Çünkü medyadaki sahiplik yapısı ve sahiplerin ülkedeki iktidar ile girdiği ilişkiler açısından belirleyici oluyor. Dünyanın her yerinde bu böyle aslında. Ama burada daha belirleyici oluyor. Ve bu da, tabii, doğal olarak… eee… gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha geri bir üretim ilişkisi veya bir üretim şekline doğru ilerliyor medyada. Daha fazla, kullanmaya yönelik bir amaca hizmet ediyor.

Ç.D.: Okurlarımızın bizi daha iyi anlamaları açısından, “ana akım medya” dediğinde neyi anlamalıyız?

H.Y.: Şimdi şöyle, dünyanın genelinde, ana akım medya dediğimde, anlamamız gereken şey aslında sistemle çelişkisi olmayan sistemin aslında yeniden üretilmesine vesile olacak veya yeniden üretilmesi sonucunu yaratacak radikal eleştiri yapmayan ama, -miş gibi yapan eleştiri tarzını geliştirdiğini söyleyen; bir de belli bir çizgi içerisinde yani sistemi üretim ilişkisinin çizdiği sistemin dışında kalmayan; ama sistemin içerisinde ufak tefek eleştiriler yaparak sanki -mış gibi ülkede eleştiri varmış gibi yapabilme olanaklını sağlayan akıma, aslında ana akım medyada derik.

Ç.D.: Bunun karşıtı kimdir?

H.Y.: Burada radikal medyadan bahsedebiliriz. Bunun için de ayrıca bu radikal medya dediğimiz veya radikal basın dediğimiz alan içerisinde, daha şimdi, yeni yeni sosyal medya ve sosyal medyanın içerisindeki farklı bir kurgulanma söz konusu. Şimdi, şeye baktığımızda, aslında dünyadaki genel yaklaşımlara baktığımızda, medya dördüncü kuvvet olarak değerlendirilir. Yasama, yürütme, yargı ve dördüncü kuvvet olarak medya. Peki o zaman medya neyin dördüncü kuvvetidir? Yasama, yürütme, yargı belli bir üretim ilişkisinin, yani kapitalist üretim ilişkisinin, yeniden ve yeniden ideolojik olarak üretilmesi ile ilgilidir. Peki ama medya nedir? Şimdi o zaman dönüp şuna bakmamız gerekir: İşte, “halk adına bilmem ne yapar filan feslikan da halkı ilgilendirir” gibi klasik söylemler içerisinde kalırsa, bu ana akım medyayı birebir olumlama ve bu olumlamanın sonucu olarak da gayet doğal bir sanki medya çok değerli bir şeymiş gibi noktasına varır. Oysa biz biliyoruz ki, herhangi bir üretim ilişkisinin sonucu olarak ortaya çıkan devletin ideolojik aygıtları vardır. Bu ideolojik aygıtlar, şiddet, yani “baskı” araçları ve “ikna” araçları olmak üzere ikiye ayrılır. Bunları unutmuş gibi davranıyoruz aslında, ama öyle değil. İkna araçları, devletin ideolojik aygıtlarıdan baskı araçlarından nasıl şey yapabiliriz? Bunu bir üst yapı aracı olarak asker, polis, silahlı kuvvetler… Yani bunu bir baskı aracı olarak kullanma aracıdır. Ama aynı zamanda sisteme tekrarını öğreten ikna araçları vardır. Bunun başında ne gelir? 1.Örgün eğitim, 2. Medya. Peki ama, bu sistemin içersinde tavır geliştiren, geliştirmeye çalışan insanların yapması gereken şey nedir? Radikal bir medya aracı olarak kullanmak ve deşifre etmek. Nasıl ki zorunlu askerliğe karşı çıkmak gibi bir yapı varsa veya öyle bir mücadele alanı varsa; aynı şekilde medya alanında ikna yaratmaktan çok medyanın kendisine de dahil olmak üzere yaşama, devlete ve her türlü kuruma eleştirel bakabilmek gibi bir kaygıyla hareket etmek gerekiyor. Tabii bundan hemen hareketle bunun mümkün olup olmadığı varsayım ortaya atılır. Aslında bizim uzun yıllardır parti gazeteciliği diye bir kenara çöpe attığımız şeyler bu ülkedeki demokrasinin bu haliyle bile yaşayabilmesi için önemlidir. Bir CTP’nin Yeni Düzen ya da bir TKP’nin Ortam Gazetesi veya bir dönemki İsmet KotaK’ın Kıbrıs Postası dediğimiz gazetelerin ortaya çıkma süreçlerine baktığımızda, aslında toplumsal muhalefetin, özellikle de öğretmen örgütlerinin (Ortam için söylüyorum) veya işçi örgütlerinin, Dev-İş gibi , söylüyorum Yeni Düzen’in ortaya çıkmasında gördüğümüz şeyleri gördük. Ama bütün bunlar yine de dönüp dolaşıp aslında orada iken söylemin dışına çıkıp, nasıl oluyor da, işte, ana akım medyaya dönüşebiliyor. Yani Yeni Düzen, bugün radikal bir söylemden çok, aslında ana akım medyanın en eleştirel baktığı varsayılan gazete olarak önümüzde duruyor. Veya Haberatör… veya Yeni Bakış, veya Ortam… veya Kıbrıs Gazetesi. Aslında hepsinin yaptığı ortak şey -mış gibi yapmak. Onun içindir ki, bakın, düzün gazetelerimizde 1, 2,3 ve dördüncü sayfalarında, muhtemelen hep polis haberleridi, hırsızlık haberleridir. Hatta bunların temel nedeninin ne olduğunu sorgulamaktan uzak bir anlayışları vardır. Bunun bir istisnai durumu, Kıbrıs sorunu bağlamında, aslında Afrika Gazetesi, veya Avrupa Gazetesi ile şekillenirken, bir süre sonra, o ivmenin getirilmesi ve sınıfsal bakışın kaybedilmesi nedeniyle ne noktaya geldik? Yine ana akım medyanın eklemlenmiş bir başka boyutta ki yeniden üretim sürecine…

Ç.D.: Buna rağmen, yine BRT ve TAK, tarafsız olması ve basın özgürlüğünü, basın söylemindeki özgürlüğü engelliyor olması nedeniyle çok eleştirildi. O zaman bu çok ironik kalmıyor mu?

H.Y.: Tabii ki ironik kalıyor. Çünkü düşününüz, siz, sizin eleştirdiğiniz şey, aslında sizin radikal olarak yok etmeye veya değiştirmeye çalıştığınız şey değildir. Sadece o sistem içerisinde eleştiriden kaynaklanan mikro iktidar alanındaki güçten, aslında siyasilerden icazet ile ilgili bir süreçtir. Yani bu değerli bir gazetecidir bununda iyi geçineyim! Bakın bakış açısı budur.

Ç.D.: “Değerli” neye göre?

H.Y.: İşte yaptığı eleştiriye göre! Çünkü şöyle de bir şey vardır: İkna sürecinin bir parçasıdır aslında. Bakın size ironik bir şey anlatayım. Gazetecilerin büyük çoğunluğu şunu yapar: Der ki “Üçlü kararnameler ve siyasi atamalar, tamamen ortadan kalkmalıdır.” Ama aynı gasteci, aynı zamanda, çıkıp “Üçlü kararnameyle de şuraya müdür atanmadı! Atanmadığı için de her şeyi başıboş…” E yahu! Ya yaratmasın den, ya yaratsın den! O zaman sorgulamak lazım. Neden böyle yazıyorsun diye. Yazmasının temel nedeni aslında oradaki mikro iktidar alanına kendi lehine veya arkadaşının lehine kullanarak, sistemi yeniden üretmesi. Yani sisteme bilinçli ve düzenli eleştiri yapmak ancak o sistemin her alanında ki gerçek bir eleştiri sürecinin başlamasıyla da ilgilidir. Oysa böyle bir şey görmüyoruz biz medyamızın genelinde.

Ç.D.: Kıbrıs sorununda, sadece bir radikal ya da alternatif medya organımız olduğundan bahsettiniz.

H.Y.: Tabii ki. Çünkü şunu söyleyelim: Son günlere kadar, bu ülkeye getirilen, köle gibi çalıştırılan ve çalıştırıldığı için maaşını isteyen kadına yönelik ilk andaki tavrın ne olduğunu sormam gerekiyor size. Sendikalar tepki gösterene kadar, yani KTÖS, pardon, çok özür dilerim Kıbrıs Türk İşçi Sendikaları Konfederasyonu açıklaması, arkasından Devrimci İşçilerin açıklaması sonrasında hangimiz gerçekten bu ülkede radikal olarak getirdiğiniz,ezdiğiniz ya da sörmürdüğünüz bu kadına, ya da işçiye ya da emekçiye hangi bağlamda sahip çıktı? Çıkmadı! Hangi basından bahsediyoruz? Bunlar aslında sistemin yeniden ve yeniden üretilmesi ile ilgili bir süreçtir. Her gün onlarca iş kazası olur. Hangi radikal eylemi, hangi radikal tarzı, hangi radikal eleştiri getirdiniz? Cinayet bile diyemediniz! Devlet suçludur diyemedik.

Ç.D.: Bu ana akım medyada adeta bir gelenek haline getirildi. Bu gelenek içselleştirildi. Ve olduğu gibi devam etti. Bunu nasıl değiştireceğiz?

H.Y.: Şimdi değiştirmeye geçmeden önce, bir başka tespit daha yapayım. Çünkü burada önemli bir şey görmek gerektiğini düşünüyorum. Şimdi ana akım medyanın oluşturduğu şey, bir ülkedeki medyanın yapılandırılmasını bilmeden o soruna cevap vermenin mümkünatı yoktur. Şimdi nedir ana akım medyayı belirleyen şey? Bir ülkede ana akım medyanın ortaya çıktığı en önemli ilişki sahiplik ilişkisidir. Ama sadece sahiplik. Yani özel mülkiyetin olması ya da olmaması değildir aslolan. Özel mülkiyetin devlete sosyo-ekonomik yapısıyla girdiği ilişki biçimidir önemli olan. O ilişki biçiminden kaynaklanan yapı aslında editoryal bağımsızlığı etkiler. Ne kadar editoryal bağımsızlık olabileceğini editörün ne kadar bağımsız olabileceğini… Peki onun altında olan nedir? Editörün kendi tercihleri ve entellektüel birikimi vesairesi altındaki insanların ya da çalışanların muhabirin vesairenin entellektüel birikimi ise daha da vahim… İşte bu tüm bunları bilmeden, “Nasıl değiştireceğiz?” diyebilmek, önemli bir karardır. Şimdi ana akım medyada ve özellikle de yazılı basında, toplam tirajının artık eskiden bir tek gazetenin bile rakamlarının çok çok altına düştü. Herkes tarafından bilinir ama tamamen sır gibi saklanır. Yani herkes artık, örneğin büyük büyük reklam kuruluşlarından herhangi biri, seçim öncesi veya yılbaşında alacağı reklam için arasına koyacağı reklam için 5.000 TL, 6000 TL, 9-10.000 TL derken, aslında bunların en çok satanı 3000 3500’lerde, 4000’i geçmediğini bildiğimiz halde, sır gibi saklarız. Biz istesek de, istemesek de aslında, bu bütçenin az önce çizdiğim çerçeve içerisinde şekillenmeye çalışan yaygın medyanın özellikle yazılı basını, kendisini giderek tüketmekte ve daha çok görmeye dayalı, “göreyim”e dayalı bir şey olmakta. Yani haberden çok, metinden çok, bilgilendirmeden çok görsel bir alan olmaya başladı. Ki bu aslında kendi kendisini ortadan kaldıracak bir şeydir. Önümüzdeki dönemde, ilerde yazı çok önemli bir şeydir, yazıyı daha öne çıkaran az sayıda basılabilen, gazeteler yaygınlık kazanmaya başlayacak. Ama bunun dışında ve gazeteye bakayım dediğiniz gazetelerin artık bakılmayacak hale geleceği bir dönem yaşanacak. Neden? Çünkü artık bu elitist yapı içerisinde, az önce sıraladım ya, mal sahibi üretim ilişkissi, devletle üretim ilişkisi bu devletle üretim ilişkisinin editöre yansıması ve onun bir altındaki ve onun da bir altındakini ortadan kaldıran ve darma duman eden bir şey var orta yerde: Sosyal medya! Dünyanın her yerinde sosyal medyadan artık olabildiğince öcü gibi kaçmaya çalışıyorlar. Biz, aslında sosyal medyanın, dünyada, yani Avrupa Birliği’nde ve Amerika’da kullanılanların %1’ini bile kullanmıyoruz ve rahatsız olmaya başladı siyaset edenler. Tabi bunun yanında bu siyasilerden belli beklentileri olan pek çok insanın da bu girdiği ilişki içerisinde hala daha gazete çıkararak bir şeyler yapma meselesi vardır ki bu da aslında ironiktir. Tabi bütün bu medyayı sadece biz yazılı basını olarak görmeyelim. Aynı zamanda bunu görsel ve işitsel medya olarak da görelim. Görsel ve işitsel medyada ise çok garip bir ironi yaşanmaya başlandı. Özellikle gazetelerin biz Türk toplumu diyelim veyahutta Kıbrıs’ta halka diyelim: Adına ne dersen de, sen ondan daha çok sözele dayalı bir dil olduğu, toplumsal geleneğimiz olduğu için bunların haberlerinin okunması söz konuşucu 1. Sayfa gasteciliği … Bak! Önümüzde artık birinci sayfa gazeteciliği ile seçimlere girmeye çalışan zeka özürlüler vardır. Bu aslında Gazeteciliğin, medyanın nasıl işlediği ile ilgili hiçbir fikri olmadığı için ortaya çıkan bir olaydır. Ama kısa vadede, amacına ulaşan bir şeydir. Parayı yatırıyorum, bu paranın karşılığında aslında habercilik adı altında halkla ilişkiler yapıyorum. Halkla ilişkiler olarak da bu bana oy olarak geri dönüyor. Bu sürecin yeniden tekrarını yaşayıp yaşamayacağımızı göreceydik. Bunun en somut örneği, son Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Son cumhurbaşkanlığı seçimleri tamamen buna yönelikti. Bundan öncekinde de aynı şekildeydi. Aslında. Hatta ondan öncekinden de. Ama neydi mesela gittik sonra kendi kendisini tüketen bir süreçte yaşıyoruz o anlamda. Artık insanlar çok da dinlemiyorlar, onları da dinlememeye başladı. Çünkü sosyal medyanın kullanılması, yani herkesin elindeki bilgisayarın vs.nin anında interaktif hale gelmesi bugüne kadar yaptığımız ve benim şu ana kadar sana anlatmaya çalıştığım gazetecilik anlayışının tarihsel olarak sonunun geldiğinin de bir açık örneğidir.

Ç.D.: Evet. Şimdi gelelim sorumuzun cevabına…

H.Y.: Şimdi, sorumuzun cevabı: Aslında devlet şu anda kendi kendisini inkar ediyor en azından TAK yasasıyla. Çünkü bu yasa diyor ki: Kıbrıs Türk halkının her kesiminin sesini duyurmak. Ama her kesiminin sesini duyurmak demek, sadece istenen kesimlere istediğimiz şekilde durmak değildir. Tabi dediğim gibi yani, onun dışındaki medya alanındaki bütün ilişkilerin ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini söylemekle birlikte, şöyle bir şey vardır: Siz her şeye rağmen bu süreci… (Bu esnada yanımıza buluştuğumuz kafedeki çalışan geliyor ve ikinci kahvelerimizin siparişlerini veriyoruz. Birer tane daha koyu Türk kahvesi istiyoruz. Hüseyin, önceki kahvesinin yanında gelen ve yarısını içmiş olduğu suya sahip çıkarak çalışana “suyumu vermem”diyor ve su bardağını kendine doğru çekiyor. Bu esnada yüzlerde oluşan tebessümler samimiyetinden göstergesi oluyor) Evet nerede kalmıştık? Tüm bu eleştirilerimiz bir kenarda kalmak üzere yaptığımız insanlar bir bakıyorsunuz devletten şikayetçi! Ama neden şikayetçi? O zaman iki tane çelişkinin ortadan kalkması gerekiyor: Aslında yapılan şey geçmişte var olan devletin sesini duyurmak ile halkın her kesiminden sesini duymak arasındaki çelişkidir. Bu da aslında az önceye kadar anlattığım medya anlayışı içerisinde, tamda radikal mücadele alanlarının olabileceği bir yerdir. Bu mücadele nasıl ortaya çıkacak? Veya bu mücadele nasıl sonuçlanacak? Buna toplumsal muhalefet ve toplumsal muhalefetin yanında yer alan gazetecinin tavrı belirleyecek. Yoksa gökten vahiy yine bir herhangi bir şey düzeltmeyecek.

Ç.D.: Tam da bu noktada: Ne olmalı bu toplumsal muhalefetin ve onun yanında yer alan medya mensubunun tavrı?

H.Y.: Ben şunu söyleyeyim herkes kendi görüşüne özgür bir şekilde koyabilmeli ortaya. Ama bunu koyabilmesinin temel nedeni bu yapıyı çok iyi ortaya koyabilmesi ile ilişkilidir. Şimdi devletin şu anda çizdiği en azından TAK yasasıyla çizdiği alan içerisinde, bunun olasılıklarının, yani ya da yapılabilirliğinin alt yapısı varken bunu kullanmayan bir yönetici sınıfının mevcudiyetinden bahsediyoruz. Yapılması gereken yani orada var ama yapılmıyor. Neden çünkü devlet her zamanki anlayışıyla (ben her zaman, iddia ettim, savundurttu, vurguladı) söylettirdi hükümet… Bu çok mantıksız bir şeydir. Çünkü yapılan araştırmalar bize göstermiştir ki siz ne söylerseniz söyleyin, toplumsal yapı aslında, sizin iddia ettirdiğinizde kafasında kurgular ya da kurgulamaz. O yüzden yapılması gereken, aslında, en azından yasaların uygulanmasına tabi olmaktır. Ama bu aynı zamanda, Basın-iş yasası için de söz konusudur. Ben bugün, devletten bunu talep eden insanların, yasanın hangi kuralını kaç kez uyguladıklarını sorgulamam gerektiğini düşünüyorum.

Ç.D.: Tamam siz konuşmamızın başında zaten şunu söylediniz ve dediniz ki: Çok iyi yasalar yapılabilir, ama hangi ellerde nasıl uygulanacakları çok önemlidir.

H.Y.: Tabi başka bir şey daha söyledim: Medyadaki mülkiyet ilişkisi veya sahiplik ilişkisinin devletle olan ilişkisini, yani sosyo-ekonomik yapıyla ilişkisini belirttim.

Ç.D.: Tamam TAK yasasını uyguladık olduğu gibi. Basın-İş yasasını da uyguladık olduğu gibi. Ama şimdiki ellerde… Ya da bugüne kadar getirdikleri gelenekte olan ellerde uyguladık olmadı…

H.Y.: Uygulamadık! Denetlemedi ki! Hiçbir şey yapmadık! Kaç kez gidildi ve özeldeki… Örneğin, senin sözleşmen var mı? Senin her halükarda her şart altında bir sözleşmenin net olarak olması gerekiyor. Hangi insanın vardır? Yeni Düzen’i bu anlamda ayrı bir yere birazcık koyabilirim. Var mıdır? Senin vardır, başkasının vardır… Ve bunların hepsi TAK yasasına göredir? Birini transfer ederken bir yerden oradaki geçmişteki birikimlerini de taahhüt etti mi? Aldın mı? Ödedi mi? Bütün bunlar, ha şöyle söyleyim,  bütün bu olumsuzluklar içerisinde şöyle bir şey var: X gazete, Gazete isimlerini vermeyeyim veya yayın kuruluşu bir editörünü 2000 veya 4000 TL’ye çalıştırırken veya bir editörünü yasaya aykırı olarak durdurduğu için örneğin 180.000 TL mahkeme kararıyla tazminat verebilirmiştir. Veya 90.000 TL veya 50.000 TL… Yani bu da aslında insanlarla da ilgili bir şey… Yani çok önemli bir konudur bu. Ben hep söylerim. Gazeteciler cahilliğin dik alâsıdırlar. Bir gazeteci düşünün ki kendi alanındaki yasanın kendinden ne verdiğini bile bilmiyor. Ama toplumu kurtarmaya çalışıyoruz. Bu vahim bir durumdur. 

Ç.D.: Tamam. Ama hala daha sorumun cevabını almadım ben. Toplumsal muhalefet ve radikal bir medya ortaya koymak isteyen o bilinçli cahil olmayan… (tam bu anda kahvelerimiz geliyor. Ve teşekkür ediyoruz kahveleri kabul ediyoruz) medya mensubu ve toplum, nasıl mücadele edecek bununla? Sen ne öneriyorsun?

H.Y.: Şu anda önlerinde aslında mülkiyet ilişkisini de ortadan kaldıran bir sosyal medya var. Herkes iyi bir gazeteci olabilir. Herkes… Daha çok okur, daha çok rahatsız eder ve daha çok rahatsız ettiği için sistem kendi kendini düzeltmeye çalışır.

Ç.D.: O zaman dördüncü kuvvet olarak bilinen medya..

H.Y.: Ben dördüncü kuvvete zaten inanmıyorum! (Çok net ve bunun özellikle vurgulanmasını isteyen bir ses tonuyla)

Ç.D.: (Dikkatimi dağıtmadan çabucak söyleyebilmek için onun bu hassasiyetini birazda es geçerek) Tamam söyledin zaten onu da, o dördüncü kuvvet olarak yazılan, bugüne kadar bize böyle dikte edilmiş olan medya kurumu ortadan kalkacak mı?

H.Y.: Kalksın! Zaten atması gerekir. Zaten böyle bir anlayışın ortadan kalkması gerekir. Elitist seçkinci ve editörün ve editör nedeniyle mal sahibinin; (bu, devlette olabilir, özel bir yerde olabilir) süzgecinden geçerek halka ulaşacak bilginin ortadan kalkması en güzelidir. Bak! İnternet ve internetin bize sunduğu alanların içerisindeki demokrasi algısı bizi daha çok demokrasiye bu da tabii bizi sosyalizme ya da tam tersine götürecek. Bunu kullanma şeklimiz, sadece bizim entellektüel birikimimizle ilgili bir şeydir. Sorunun yanıtı olarak “Şunu al, hazır bir reçete var!” değildir. Bu bir süreçtir. Bu sürecin nasıl işleyeceği ise bireyin kendisine ait olanı, ben bunu isterim dedirtmesi ile ilgilidir. Yoksa bunun dışında senin sorduğunu sorunun yanıtı olarak “Şöyle yapsın!” Bu elitisttir… Elindeki mikro iktidar alanına hiç kimse bırakmak istemez.

Ç.D.: Bütün bunları bilerek sislendirilmiş gözlüklerin arkasından da net bir şekilde manzarayı görerek, TAK’ta çalışmak nasıl bir duyguydu?

H.Y.: TAK’a ben girdiğimde, 1990’da, devletin sesini duyuruyorduk. Tabi şu anda halkın her kesiminin sesini duyuracak noktaya geldiyse, benim orada çalışmam nedeniyledir.

Ç.D.: Duyuracak noktaya geldi! Duyuruyor mu sence?

H.Y.: Duyurması için alt yapısı var. Talebi biraz da başkaları yapsın. Yani sonuç itibariyle şöyle bir şey var: Bütün bu eleştirdiğimiz medyanın içerisinde, o zaman derhal terk edelim tavrı yoktur. Tam tersi bir gerilla hareketi gibi, aslında medyanın, alanında bir gerilla hareketinin yapılması gerekiyor. Gerilla hareketi dediğimiz şey neydi aslında geçmişte? Düzenli ordu ya, aslında devletin ideolojik aygıtlarına karşı daha farklı bir ideolojik aygıtta halkın silahlandırılmasıydı. Peki, bu da aynı şey değil midir? Kendi de dahil olmak üzere, oraya girmek onun içerisinde yapmaktır. Bakın size bir şey söyleyeyim: Benim girdiğim dönemlerde, benim çalıştığım dönemlerde bir Dışişleri Bakanı, “Bu Memleket Bizim Platformu” kullanılmayacak dendi. Benim her haberimde bu vardı. Onun ya ağzından dedirttim ya başka bir şey yaptım. Bu da bir gerilla hareketidir. Yani gerillaya biz sadece elinde silahla mücadele eden adam olarak görmek gerekmiyor. Bu süreçleri yaşadığımız için buradayız. Biz bir katkı koyduk, bundan sonraki katkıları da koymaya devam edeceğiz. Ama bundan sonra birileri alacak ve gidecek. Daha da ileri gidecek aman biz gökten zembille indik, en iyi biz biliriz anlamına değil. Ben de, benim gibi birçok arkadaşım vardı burada ve devam edecek bu süreç. Hayat ve süreç hiçbir zaman dümdüz bir çizgi değildir. Yuvarlanarak dönerek zaman zaman geri gelerek gider, ama mutlaka hep sarmal olarak bir üstte buluşur. (Eliyle çizdiği zaman hareketle bana tam olarak beni anlatmaya çalıştığını da şekilsel olarak ifade ediyor) Dediğim gibi. Zaten mesele, şunu yaptık ya da bunu yaptık meselesi değil. Esas mesele, bilmediğimiz için bu işleri yapmış olmak ve -mış gibi davranıyor olmaktır. Birilerinin şapkayı alıp giymesiyle ilerleme olduğunu zannettik. İlerleme eğer ilerlemeyi sadece…

Ç.D.: Vitrin ve imaj değişince oluyor zannettik…

H.Y.: Olmuyor. Değişince oluyor zannettik. Şimdi Kıbrıs Türk halkı ve Kıbrıslı Türklere baktığımızda, aslında görece daha farklıdır, ayrıdır. Neden? Eğitime önem verdikleri için. Ama bu kendi düşünsel ufuklarını geliştirmeye yönelik gerçekten bir şey ürettikleri anlamına gelir mi? Yeterince hayır…. (Daha vurgulu tekrarlıyor) Yeterince hayır! Ha bu şey demektir: Yani biz pek çok düşünceyi bir yerlerden ithal ettik. Özellikle Türkiye’den ithal ettik. Hala daha da öyle, ediyoruz. Bizim hayatımızda hiçbir şekilde görmediğimiz şeyleri şu anda görüyor vaziyetteyiz. Hangi siyasetçimiz bizim cuma namazına giderdi? Şu anda Cuma’ya gidenlerimiz var. Bu tamamen taklittir. Bu anlamda da ahlâksızlıktır. Bu anlamda da ikiyüzlülüktür. Biz, biz olabildiğimiz oranda bu dünyanın geliştirdiği bilgi düzeyinde veya bilgi seviyelerini kendimiz için üretebildiğimiz sürece ancak doğru yere varacağız. Ve ben çok net bir şey söyleyeyim: Sınıfsal konumdan kopularak yapılan her şeyde kaybetmeye mahkûm dur insanlar. Bizim de uzun yıllardır aslında yaptığımız en temel hatalardan bir tanesi, Kıbrıs sorunu dediğimiz sorunun sınıfsal sorundan tamamen kopuk ve bağımsız olarak değerlendirilmesidir. Eğer değerlendirmesi oysa; bir gün Kemalist olur Kıbrıslı Türklerin yöneticileri, bir gün da dinci. Tabii buna getirilen nüfusun, aktarılan nüfusun, nüfus yapısının değiştirilmesi vs.sini de ekleyebilirsiniz.

Ç.D.: TAK ve BRT’nin ilerleyişini, özellikle de devlet eliyle yürütüldükleri ve yönetildikleri için, yasalarıyla o ikisini konuşarak devam etmek istiyorum. İkisi arasındaki süreci karşılaştıracak olursan, ne söyleyebilirsin?

H.Y.: Dediğim gibi. Yani var bir ilerleme söz konusu olan. Ama bu ilerlemenin her zaman, doğrusu, ileriye doğru olmadığını görebiliyoruz. Son zamanlarda da öyle değil. İşte görüyoruz. Haberlerden ortada. Yapılan şeylerden ortada. Tamamen yanlış bir dil kullanımını, noktalama, virgülleme hatalarından başlayarak her şey yapılabilir. Ama…(Şiddetli rüzgâr nedeniyle bir an dikkatimiz dağılıyor. Etraftaki her şey Fırtınamsa esintiyle savruluyor.) kızdı çok yukardaki galiba…

Ç.D.: Söylediklerinle alakası var mıdır acaba? (Gülüşme)

H.Y.: Sanırım evet… Yukarıdaki kızdı da çok…

Ç.D.: Şunu sormaya çalışıyorum aslında kapalı uçlu soru sormamaya gayret ederek: ikisi arasında bir fark var mıdır?

H.Y.: Hayır hayır… Şu an için aynıdır süreçleri. Yani bir şeyi halkın istemediği şekilde söylüyor olmamız, bunun tam gerçek ve doğru olarak yansımasının sonucudur. Zannediliyor ki, insanlar tarafından biz böyle yazınca olur. Olmaz işte! Yani keşke yazmakla çizmekle olsa… Yazmak, çizmek ancak bir toplumsal hareketin ya da bir kalkışmanın sonucu, nedeni ve sonucu olmakla birlikte ancak bir anlamı ifade eder. Baksana en basit örneklerden bir tanesini vereyim: Kalkışmanın, tam istediğimiz anlamda olmasa da: İşte bir referandum sürecinde benzerini gördük. Düşün: En sağdan en sola kadar kimse “çözüm, ne çözümü be? İstemiyoruz!” diyebilecek noktaya geldiler. Süreç içerisinde. Ama bunu sınıfsal anlamda yaptığımızı söylersek birbirimizi kandırmış oluruz. Ve bunun hiçbir anlamı olmaz. Ha TAK ve BRT ‘den rahatsız olan pek çok özel medya kuruluşları, önce kendilerine başka sorular sormaları lazım: “Ben gerçekten böyle bir şey istiyor muyum?” İstemediklerinden eminim, çünkü öyle bir yapı kendinin dışındaki alanları da dağıtır ve darmaduman eder. Toplumsal ilerleme için iyi midir? Evet iyidir. O bambaşka bir şey. Bunun önünü kesebilirler mi? Bugün bunu talep edenler bile kesemez bunun önünü! Bunu bugün yani TAK ve BRT’yi eleştirelim diyenlerin, mülk sahiplerinin bile diyeyim, bunun önünü kesmeye gücü yetmez. Geriye doğru bir toplum hareketi olabilir mi? Evet, olabilir.

Ç.D.: Zaman zaman şunu düşünüyorum: Toplum gerçekten siyaset kurumuna çok öfkeli. Özellikle de siyasetçilerin kendilerine çok öfkeli. Bu öfke siyasi partilere olan öfkelerini da besliyor.

H.Y.: Evet! Temsili demokrasinin temel sorunu!

Ç.D.: ttamam. Çünkü figürler var orada. Ve bu yansıtılıyor. Anlattığın konularda toplumun neye ihtiyacı olduğunu çok net anlayabiliyoruz bundan sonraki süreçle ilgili. Şu an medya kurumamızın eksiliklerini da görebiliyoruz ya da görmeye çalışıyoruz.

H.Y.: Medya dediğimiz basın alanı, yani basınındaki ortamdan bahsediyoruz.

Ç.D.: Tabi tabi…

H.Y.: Tabi. Yani bence de öyle.

Ç.D.:Evet kurumsallaşmış diyelim ona ve ana akım medyayı temsil eden diyelim. Bazen, kendi kendime düşünürken ya da yazarken şu geliyor aklıma Hüseyin: Toplumun içindeki öfke, varmak istediği, ama varamadığı ve neden varamadığını bilemediği ya da göremediği… Çünkü ana akım medyanın, o süslü tül örtü üzerine serdiği için farkına varmakta güçlük çektiği şeyleri; örtüyü kaldıracak bir ya da birden fazla medya patronu çıksa… Ve sosyal medya mecralarını şu anlamda olabilir: Az önce bütün saydıklarımızın yanında oluşturabilecek, toplumla paylaşabilecek bir yayın organı ortaya koysa, basılı görsel fark etmez toplum bir ihtiyacının karşılanmış olduğunu düşünebilir. Ve medyaya olan inancını ve talebini artırabilir. Bütün bu anlattıklarından, böyle bir fikre ulaşıyorum. Peki ne kaybeder o patron bunu yaparsa? Ve neden yapmıyor?

H.Y.: İktidarını kaybeder! Düşün ki…

Ç.D.: İktidar kazanacak ama diyorum bak…toplumu kazanacak. Ve parada kazanacak. Medyanın kendini satmak üzerinden kaybettiği 9-10 binken, 2000 3000’lere düştüğü noktaya belki geri dönecek 

H.Y.: Toplamda 6000’i bulmaz şu anda yazılı basın satışı… 

Ç.D.: Öyle bir patron çıkarsa mesela?

H.Y.: Öyle bir patron çıkarsa tekrardan oturup değerlendirelim.

Ç.D.:  Belki buradan feyz alacak birileri vardır. Bunu bekliyordur fikir olarak…

H.Y.: Yani şimdi bugünki gibi olmaz. Ne olur ? E fala bakmam lazım. Benim de falcılığım yok. Nereye evrileceği konusunda bir fikrim yok.

Ç.D.: Tecrüben ve bakış açında, aklına neler geldiğini öğrenmek istiyoruz?

H.Y.: Şimdi şöyle bir şey, yerel anlamda bir internet kullanımının kontrolünün çok fazla buralarda olmadığı bir ortamda çokta fazla kontrolün dışında olacağı için, medya sahiplerinin veya medya sahiplik ilişkisi içinde olan insanların bunu açabileceğini düşünmüyorum. Cidden düşünmem. Mümkün değildir! Çünkü sonuçta kullandığı alan kar getirdiği oranda kullanılabilir bir şeydir. Ne demek istediğimi daha açık bir şekilde anlatayım: Mesela Facebook: Facebook aslında bize bir özgürlüktür. Bu özgürlüğü verirken aslında inanılmaz da bir reklam gelirine sahiptir. Bu ülkedeki en büyük sorun, medyada bile, Türkiye televizyonlarından aktarım nedeniyle gazetelerde verdikleri nedeniyle yeterince reklam gelirinin mahrum kalmasıdır. Aynı süreci bir başka bağlamda orada yaşayacaklar. Düşün ki adam bir reklam yaparken, Türkiye gazetelerinde veya televizyonlarında yayınlarken niye buraya şey yapsın? Yani reklam parası ayırsın ki? Ana akım medya içerisinde sistemi üreten insanlar olarak, daha bağımsız hareket edebilirsin? Etmez! Anlatabildim? Yani çok da buradaki herhangi bir medyanın veya bir patronun isteyebileceği bir şey değil. Yapabileceği bir şey değil. Yaparsa ne olur? Bugünkinden daha farklı olur. Ama şunu yapabilir mi? İnteraktif bir gazete haline getirebilir mi gazetesini? İyi bir dönem olur. Hepimiz görürdük.

Ç.D.: İnteraktif gazeteden kastın nedir?

H.Y.: Yani okuyucuların da direkt haber yapabildiği ya da yorum girebildiği, ama hiçbir sınırlandırma olmadan… Yani bir süzgeçten geçmeden… Süzgeç sadece hakaret olmalı. Bakın bizde en kötü şeylerden biri Türkiye’den aldığımız köşe yazılarıdır. Köşe yazarlığı kavramı, aslında Türkiye’ye Osmanlı imparatorluğuyla birlikte girdi. Ama bunu en fazla köklendiren Cumhuriyet dönemindeki Cumhuriyet gazetesi oldu. Bunun da ama temel amacı, aslında var olan yeni sistemi, yani cumhuriyet denilen ideolojik yapılanmayı insanların kafasına vura vura asker yaparken, vurmadan ikna etme süreçlerini kendi dillerinden okunmasıydı. Anlatmakta başarılı olsalardı veya bu eğitme süreci eğer geçersiz olsaydı, fotoğraflara bak… 1970’lerdeki ile bugünkiler arasında, toplumun talep ettiği şeylerin değişmesi bağlamında çok da başarılı olmadığını gösteriyor bize. Ama başka bir ülkede, örneğin Fransa’da, yerine, Tabi yumuşak geçişler olmadı biliyorsun onu da, Jakoben devriminin kalıplar var… Türkiye, daha birinci Cumhuriyeti’nin işleyişini yürütemedi. Evrilen süreci yönetemedi. Ama bunların yansıması bir köşe yazarlığı mevzu var bizim memlekette. Peki, köşe yazarlığı mevzu gerçekten bizde uygun olacak bir gelenek mi? Ben şunu söylüyorum: Köşe yazarı olmayan çok entellektüel insanlar var çevremizde. Bir tanesinden örnek verebilirim ismiyle. Gerek de var mı bilmem?… Yani bugün herhangi bir konuda, diyelim X insan, pek çok yazarımızdan çok daha entellektüel birikime sahiptir. Peki bunu gerçekten böyle bir sanal ortama veya böyle bir ortamda toplumun hizmetine girdiğini ve bunun düşüncelerinin tartışılır olduğunu düşünelim. Çünkü hiçbir patron aslında onların orada yazı yazmasını istemez müsade etmez. Bugün KKTC dediğimiz, “Fiilen işgal altındadır!” diyen, o diyebilecek insanları buyur eder; ama bu fiilen işgalin maddi temellerini ortaya koyacak bütün bunları anlatacak insanlara “hayır” der patronlar hala daha. “Gelenler de bizdendir. Onlardan da oy alacayık. Lütfen dikkat edelim.” noktasına varır bir anda. Bu da bizim aslında sınıfsal yapıdan bağımsız olarak ortaya koyduğumuz… Çıkıp birileri şunu savunabiliyor: İmam Hatip Lisesi gerekir! Nerede gerekir? Nerede gerekir be? Bu memlekette imam mı var kadın da imam hatip lisesine gitsin? Bunu söyleyebilecek kaç tane insana sonuna kadar sahip çıkabilir bugün? Ya da geçmişte “Kemalizm doğru değildir” diyen herhangi bir entellektüel onun için bütün bunların dışında insanların? Ha bu röpotaj nasıl bir yarar sağlayabilir diye bana sorarsan? “Yahu biz bunu kullanabiliriz!” gibi insanların kafasında sorular yaratırsa, ya da şunu da şöyle kullanabilirmişiz, böyle de bir şey varmış gibi bir düşünce oluşturursak gayet de hoş olur.

Ç.D.: Evet aslında bir taraftan medyanın açıklarına, eksiklerini ve medyanın toplumu nasıl etkilediğini bize anlatırken sen, bir taraftan da, toplum olarak eksikliklerimizi de saymış oldun. Ve medyadan bizim de taleplerimiz olması gerektiğini anlatıyorsun bize.

H.Y.: Tabi ki… Hiçbir talebin yoksa, hiçbir şey yapamazsın. Birilerinin sadece dünya görüşünü ya da yaşam tarzını anlatmış oluyorsun. Bu da ahlaksızlığın, ikiyüzlülüğün kendisidir. Geçmişte hepsi Kemalistti. Bir bak şimdi hepsi şey, elhamdülillah Müslüman. Bu aslında ikiyüzlülüktür. Peki bunu insanlarımız görmüyor mu zannediyorsun? Görüyor hem de çok net. Ama ikiyüzlülüğü, toplumsal yapının burada en büyük sorunu ise sürekli nüfuz akışıyla yaşadığı bozulumdur. Bu daha doğal olarak kendi kendisini, kendi istediği gibi evrilmesine, çevirmesine izin vermiyor. Onlarca vatandaş, hiç dünya tarafından tanınmayan bir ülkede niçin insanlar vatandaş olmak ister? Veya niçin insanlara vatandaşlık verelim? Bütün bunların temel nedenlerini ortaya çıkaracak bir medya mı gördün sen? Yoktur orta yerde. Bunları ciddi ciddi sadece üçüncü sayfa haberleri dışında doğru düzgün… Peki nasıl bir ahlaksızlıktır bu ki, birileri çıkıp diyebiliyor: Türkiye ve KKTC vatandaşları dışındaki insanlara, biz daha düşük ücretler verebilelim? Ne kadar korku ve iki yüzlülüktür! Bu ülkenin (…Ne diyelim?…) mülk sahipleri… Sanayi Odası mesela, sıkıyorsa, diyebiliyorsan sen ki “ben gerçekten bağımsız para birikimi olan kapitalin sahibiyim” o zaman demen lazım ki “KKTC vatandaşları dışında hepsine bunu yapalım!” O kadar ikiyüzlüdürler ki yapamazlar. Anladın? Böyle bir ortamdan bahsediyoruz ve böyle bir ortamın medyasından. Medyaya bak! Basın alanında kaç tane Kıbrıs Türk kökenli insanın var olduğu, emek süreçlerinde tabi, senin gibi yazan çizen anlamında değil… Ortadadır. Ve adam çıkıyor: “Bizim ülkemiz!”, Neyin ülkesi be? Kimin ülkesi? Kimin ülkesini söylüyorsun sen? Hoca “hassiktir” dediği için, bunun çok kötü bir şey olduğunu zannetti! Yahu bu “çek git” demektir. “Nerden başıma çıktın?” demektir. Başıma bela oldundur. Adam bir panik içinde: “Neler söylüyor bize!” dedi. “E zeka özürlü! Sen hangi kültürden geldin? Farklı bir kültürden geldin.” Bütün bunları söylemekten aciz bir noktadayız. Bütün bunları söyleyecek eleştirecek, bunlar için söz karar yetki ama, bu ülkenin topraklarında yaşayan insanlar “Dur!” diyecek… Bu ülkeye insanlar gelebilir. Ama bu ülkeye gelen her insanın vatandaş olmasına gerek yoktur. Mesela örnek: Dubai. Gidip çalışabilirsiniz, yaşayabilirsiniz. Her şeyi yapabilirsiniz. Ama vatandaşı olabilir mi? Hayır. Niye olasın? Niye yapsın seni? Ve bütün bunlar içerisinde bakıyorsun sen: Ben mesela çok merak ediyorum Bir araştırma yapalım ve medyada emek yoğun çalışan insanların kaçta kaçı gerçekten Kıbrıslıdır? Bunu ırkçılık anlamında söylemiyorum. Bu sadece sosyolojik olarak, neden böyle yapmadığımızı araştırır. Bak çok basit bir şey. Biz yıllar önce medyada intihar haberlerinin kullanılmamasını konsensüs sağlayacak yapıdaydık. Ama bir baktık Türkiye’den gelen bir arkadaşımız, bir intihar olayını, pat diye fotoğraflarıyla birlikte yayınlayabildi. Sonrada ne yaptı gazetenin sahibi? “Ha özür dileriz. Demek ki kullanmayacaktık.” Aslında kendisinin kullanmak istediği bir şey değildir bu. Ama oradaki vatandaşın bilgisizliği ve geçmişten haberdar olmamasından kaynaklanan bir şeydi. Çünkü insanlarımız, intihar haberlerini, ipte sallanan insanları fotoğraflarını görmek istemediği artık çok nettir. Bu kaçış değil. Bu bir tartışmanın, geçmişte yapılan bir tartışmanın sonucudur. Ve çıktı bir patron dedi ki: “Bak o noktaya gelmişiz. Çok özür dilerim” Bu da az önce bahsettiğim süreç açısından önemlidir. Bu süreci biz o şekilde evirebilir kullanabilirsek, yapabilirsek, çok müthiş bir şey olur.

Ç.D.:  Yani diyorsun ki, bir süre önce çok daha etik değerlere sahip çıkan ve tartışma uygulatabilecek düzeydeyken, medya bugün rotadan çıkmıştır. 

H.Y.: Evet çok net söyleyeyim. Benim, üniversitedeki yıllarım, ki 80’li yıllardı; ben Türkiye’de şunu söyleye biliyordum. “Bizim gazetelerimizdeki spor bölümlerinde, yalan haber yoktur. Aşağılama yoktur. İftira yoktur.” Şimdi bunu söyleyemeyik. Neden? Çünkü kopyaladık bir yerden!

Ç.D.: Ama sadece sarmal olarak, senin söylediğin gibi kâh ileriye de gitse, kâh geriye de gitse yukarda bir yerde buluşmak zorundadır. O zaman moralimizi bozmamalıyız! 

H.Y.: Hayat böyledir. Çünkü yani şöyle bir şey vardır. Şimdi hayatı sadece insan ilişkisi açısından anlama. Bu mutlaka yukarı doğru taşır. Ama sarmal olduğu için geriye doğru da gider (eliyle daireler çizerek yukarıya doğru yükselen yuvarlaklar çizerek gösteriyor) o benim tanımım değil tabii. Onu da söyleyelim Karl Marks’ın tanımıdır. Yani şimdi kalkıp da kendimizi şey yapmayalım; kendimize mal etmeyelim. Ama yani Karl Marx, bugün halen daha okunabiliyorsa da 150 yıl sonra çok iyi analiz edilmesindedir. Peki, eksiklikleri var mı? Var tabi! Olmasaydı tabii Gramski başka bir şey eklemezdi. Anlatabildim mi? Yani aman yazdık gitti kutsal kitap oldu… Kutsal kitaplara inansaydık zaten onlar gibi yaşardık. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını çok açıkça ortadadır.

Ç.D.: Şimdi olanları bitenleri konuştuk. Ben çok severim insanların duygularından da bahsedeyim. Neler hissettiğini de alayım. Anlattığın idealler var. İçinde bulunduğumuz durum var, ki çok güzel bir tablo değil bize çizdiğin. Üzülerek dinliyorum bir taraftan da seni. Bahsettiğimiz sarmal, gözümün önünde oluştu zaten. Ve parmağınla çizerek de bunu bana gösterdin. Evet teknolojik anlamda, ya da diğer bir çok anlamda daha iyi değilmişiz gibi hissetmekle birlikte, aslında çok daha kötü de olduğumuzu düşündüm

H.Y.: Evet bunun nedenlerini de anlatmaya çalıştım.

Ç.D.: Görebilmek…(Sözümü kesiyor)

H.Y.:  Ve görürken aslında öngörmek de çok vahim bir durumdur. Felaket bir durum yani… Yani bir felaket. Şöyle bir şey vardır. Diyorsun ki bunlar vardır ve bunlar bu şekilde olacak ve bunları anlatmaya çalıştığın zaman seni aslında dinlemeyen, seni de dinlemediği için de bir süre sonra senin dediklerin var diye “Aman ne yapacayık?” diye koşturup gelen insanlar vardır ki bu da hoş bir şey değil. Bu aslında kahır dediğimiz ya da “başka ne yapabilirdim”i sorgulatan bir dizi düşünceyi ve duyguyu yaratır insanda ki, bu çok yıpratıcı bir süreç aslında. Ama başka bir şey vardır ki, toplumları ileri götürmek, aslında bu kahırlarında ya da bu ağlamaların da bir şekilde gündeme gelmesi ile ilgilidir. Her gün her gün makale yazan insanlara ben şaşıyorum. Hayret ediyorum. Gıpta ediyorum.

Ç.D.: (Gülerek birazda şaşkın) Bana da mı?

H.Y.: (Muzip bir kahkaha atarak) Bak ama ben on sene önce yazdığım bir makaleden bugün hala daha geçerli olmasını beklerken, o arkadaşların da aynı şekilde tutarlılığı ve geçerli mi diye kendimi hep sorgularım ve derim ki… Yok tercihimi bundan yana olmalıdır. Ha bu şu demek midir ki her gün yazı yazılmaması gerekir? Hayır. Tam tersi. Her gün yazılması gereken bir süreci de kabul etmek gerekiyor. Öyle de olması lazım zaten. Tek başına değil yani bazı işler.

Ç.D.: Sihirli bir değneğin olsaydı, neleri değiştirirdin? Ya da çok fazla şeyi değiştirmek geçiyorsa aklından üç tane ya da beş taneyle de kısıtlayabilirsin bunu…

HY: E yani… Medya çalışanlarına sürekli soru sormalarını: “Niçin?”, “Neden bunu yapıyorum?” Anlatabildim mi yani? İşte o, 600 gramlık 500 gramlık (kaç grdır bilmem) beynin, gerçekten kullanılabilmesini, yani her aşamada kullanılmasını, sorgulayan eleştiren bir gazetecilik anlayışını yaşama geçirmesini… Tek değiştirmek istediğim şey budur. Yani ben kadrajı alıp baktığımda, “Bu kadrajın içerisinde, görüntülemeye çalıştığım şeyi neden yapıyorum?”, “Bunun yansıması nedir?” sorusunu sormaları. Altında “Bu işe ne şekilde başlıyorum,?”la, Neden?” sorularını, hep sormasını, eleştirmesini ve çok basitinden “yahu ne oldu ansızdan da Nisan’da, Temmuzda derken Ocak’ta oldu?”, “Neden böyle oldu?”… Sen o görüntüyü görebildin mi? Şu anda UBP içinde iktidar ilişkisi, iktidar kavgasının sonucu, benzer bir sürecin CTP içinde yaşanırken, iki parti liderlerinin birbirlerine güzel paslar atarak gole doğru gittiklerini yazıldığını, çizildiğini görebildin mi?(Kahkaha atıyor) Var mı böyle bir şey? Söyle bana.

Ç.D.: Oluşturulmaya çalışılan şey, yani algı operasyonunda, tabii ki var. Ama klasik ve gelenekselleşmiş bir tarzda yapılıyor.

H.Y.: Tabi. Ama neden ansızdan böyle oldu?

Ç.D.: Burada soruları ben sorayım diye buluştuk Hüseyin?(Gülümseyerek)

H.Y.: (Gülüyor) Hayır! Ben neyi değiştirmek istediğimi sordun ya… Gazetecinin bu soruları sorması gerekiyor. Yeni olan ne? Bizim nedir gözümüzden kaçırdığımız? Nedir bizden gizlenmek istenen? Bana, ben okula gittiğimde bize söylenen: Bir yerde basın toplantısı düzenlenirsa, sizden bir şey saklanıyor demektir… Biz kutsadık basın toplantısını da neredeyse. Ana bilgi kaynağımız oldu. Yani anlatabildim mi? Bu çok önemli bir şey. Yani neden şu anda CTP içerisinde paparalar koparken, bununla ilgili hiçbir şey okumuyoruz hiç bir yerde. Daha ertelensin diye mi? Bu ülkede artık vatandaş yoktur gazetelerde. Sıradan hiçbir insanın değeri yoktur. Bütün açıklamalar liderler ve liderlere göredir. En büyük sorunumuz ise halk adına gazetecilik yaptığımızı söyleyen bizlerin halkı aslında gazetelerden uzak tutmamızdır. Neden gazetelerde vatandaş yok? Sen Ahmet Dayı’nın hayatını anlatan bir şey gördün mü? Ya da Mehmet Dayı’nın? Ya da Atiye Teyze’nin? Ya da herhangi bir kadının ya da erkeğin ya da çocuğun?

Ç.D.: Tamam. Bundan sonra bizi okuyanlar, bu röportajı, bundan sonra nasıl okusunlar gazeteleri?

H.Y.: Eleştirel… Her okuduğu şey: “Acaba?”, “Doğru mu?”, “Neden niçin böyle yazılmış?” Her şeyi… Bak medya okuryazarlığını ben çok önemsiyorum. Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin 2004’teydi galiba; medya okuryazarlığı diye de bir ders notu hazırlandı. Medya okuryazarlığı aslında sistem içerisinde bir gerilla hareketidir. Çünkü medya okuryazarlığı bize sunulan her şeyin, aklın süzgecinden geçirilmesidir. Yani o 600 gramlık şey var ya, onun kimyasal işlemleri içerisinde ortaya çıkan bu aklın süzgecinden geçirilmesi, hem bizim yanlışlarımızı ortaya koyacak, hem bizi geliştirecek diye düşünüyorum. Hem de gazetelerin artık bugünki gibi gazetecilik yapmasını engellemiş olacak.

Ç.D.: Güzel bir mesaj. Teşekkür ederiz. Sabaha kadar konuşabiliriz ama sayfalarımız sınırlı biliyorsun.

H.Y.: Evet yani. Öyle de bir şey var. Ben teşekkür ederim.

Ç.D.: Hakikaten enteresandı. Eminim ki okuyanlar da artık çok daha farklı bakabilecekler.

H.Y.: Umarım… Bizzat okuyanlar da bu herifin söylediği şeyin gerçekten nedenini, niçinini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. Yani bunları alıp da “Böyledir!” değil. “Neden?” diye sorgulasınlar.

Ç.D.: Konuşmamızın başında da okumuyorlar demiştin.

H.Y.: Çok okumuyorlar. İnsanlarımız okumayan bir toplumsal yapının ürünü…

Ç.D.: O zaman şöyle söyleyelim: Okuyanların da okumayanlara anlatıyor olduklarını dileyelim. 

H.Y.: Varsayalım…

Ç.D.: Teşekkürler

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

SON DAKİKA HABERLERİ

kıbrıs reklam